22 Aralık 2011 Perşembe

The Thing Filmleri'nin Karşılaştırılması



The Thing(Şey) Abd yapımlı bu film 1982 yılında bilim-kurgu ile korkuyu birleştiren yönetmen-yazar John Carpenter tarafından John W.Campbell'in "Who Goes There? " adlı romanından ilham alınarak sinemaya uyarlandı. Tabii sadece bu romana bakılarak böyle bir projenin meydana geldiğini söylemek de hata olur çünkü daha önce çekilen Christian Nyby'in imzasını taşıyan "The Thing From Another World" adlı film de muhakkak Carpenter'e esin kaynağı olmuştur.

Usta oyuncu Kurt Russell'in başrol aldığı bu bilim-kurgu-gizem-korku tarzı filmin yazarlığını Bill Lancaster üstlenmiş. İşin ilginç tarafı hemen hemen diğer bütün filmlerindeki müziği başkalarına kaptırmayan John Carpenter bu filminde bundan uzak durmayı tercih etmiş. Müzikleri Ennio Morricone üstlenmiş ve filmin akışına ve temposuna göre harika besteler izleyiciye sunmuştur. Filmin müzikleri filmin başındaki eğlence sahnesini saymazsak genellikle canavarın göründüğü anlarda ritmin ve temponun yükselmesi filme heyecan katmış  ve bu müziklerle insanın korku keyfini süslemesini başarmıştır. Ayrıca bu filmdeki müzikler diğer korku filmlerinde yer alan müziklerden farklı olup insanın odaklanmasını da sağlar cinstendir. sanki. Çünkü müzikler vesilesiyle izleyici  kendini gerilime teslim edip filmi adım adım takip eder.. Bütün bunlar filmdeki müzik yönünün ne kadar başarılı ve güçlü olduğunun kanıtları olsa gerek.




Filmin konusu bir araştırma için Antartika'ya giden Norveçli bir ekip bilimadamlarının orda karşılaştıkları bir canavarla aralarında geçen mücadeleyi anlatır. Film, yolda gördükleri buzun içinde dondurulmuş bu yaratığın canlanmasını ve onların başına musallat olmasını sürükleyici bir biçimde anlatır. Bilimadamlarının amacı yaratığın ne olduğu hakkında bilgi edinmektir.  Yaratık canlanıp şekil değiştirebilen bir özelliğe sahiptir,  Bu yaratığın hücre incelenmesi yapıldıktan sonra hücrelerin hala aktif olması ekibi dehşete sürükleyecek ve bu yaratığın ölmemiş olması onları endişeye sevk edecektir. Daha sonra yaratık Antartika'daki Bilimsel  Araştırma İstasyonu'na sızar , buzların içinden patlamış bir biçimde yerinden fırlayarak anında ortalıktan kaybolur  ve ekip onu aramaya başlar.  Daha sonra Norveçli bilimadamlarını sırayla tek tek öldürür korkunç biçimlerde. Onların içlerine virüs gibi girip onları parçalayıp diğerlerine de ulaşmaya çalışır bu vahşi yaratıktan kurtulmanın tek yolu ise kaçmaktır. Filmin ilerleyen dakikalarında yani 4-5 kişi kaldığında bu sefer bilimadamları birbirinden şüplenmeye başlarlar çünkü kimin virüslenip kimin sağlam olduğu belli değildir.
Bu fikir ise R.J. Macready'e aittir yani 1982 yılında çekilen The Thing filminin Kurt Russell'ine. 2011 yapımlı filmde ise Kathie bu fikri öne sürecektir. Nasıl belli olacağı konusunda ise yaratığın yani canavarın madenlere karşı bir duyarlılığı vardır Kathie veya Macready bu yolu denerler ve arkadaşlarının ağızlarına bakarlar kimin şüpheli olduğunu bulmaya çalışırlar diğer kişilerin ölmemesi açısından bu son derece önemlidir çünkü tehlike saçabilirler etrafa.Daha doğrusu bunu yapmalarındaki asıl amaç bu virüslere bulaşanları tespit edip onları ekipten ayırmaktır.

Filmin sonunda ise 1982 yapımlı filmine göre yaratık bu ekipten çoğunu öldürecek sadece iki kişi kalacaktır. Bu sağ kalanlardan bir tanesi uçağın pilotu Macready'dir.öbürü de istasyonun makinisti Keith David'dir, yani filmdeki canlandırdığı karakterle "Childs "
2011 yapımlı filmine göre ise sadece Katie sağ kalmayı başaracaktır.

Filmin kadrosunda dediğimiz gibi Kurt Russell'in yanı sıra Wilford Brimley, Keith David, T.K  Carter, David Clennon,Richard Dysart, Charles Hallahan,Peter Maloney,Richard Masur,Joel Polis,Donald Moffat ve Thomas Waitestir. Filmde tek kadın oyuncu olarak satranç bilgisayarını seslendiren Carpenter'in bir sürü projede birlikte çalıştığı Adrienne Barbeau'dur. Ki daha sonra John Carpenter'in eşi olması da bizlere sürpriz hissi uyandırmamıştı.

2011 yapımlı The Thing filmi ise bu filmden farklı olarak oyuncu kadrosu, filmin müzisyeni, gişe hasılatı, filmin maliyeti, izleyici sayısı, filmin yönetmeni ve senaristi gibi temel konular farklı olsa da işlenen tema senaryo aynı. 2011 yılında çekilmesine rağmen 1982 yılndaki kadar başarılı olamamış hatta bu filmin çok gölgesinde kalmıştır. Çünkü oyuncuların sergilediği performans epey farklı, yaratığın özellikleri çok değişik, Carpenter faktörünü de es geçmemek gerekiyor bu kıyaslamada.

Sinema'da yeni kameralar piyasaya sürülebilir, yeni teknoloji cihazları üretilebilir, yeni efektler, yeni usta oyuncular doğabilir, daha çok maliyetle filmler çekilebilir,bir proje üzerinde  daha çok zaman harcanabilir fakat bunlar demek değildir ki eski filmler tarihe karışıyor veya  giderek sinema kaliteli hale geliyor. Çünkü "The Thing" örneğinde gördüğümüz gibi aradan 29 sene geçmesine rağmen hala aynı başarı sağlanamıyorsa oturup bir derince düşünmek gerekiyor. Demek ki 10.milyon dolarla çekilen bu film, 100 milyon dolarla çekilen bir filmden daha çok izlenilip beğenilebiliyor.

Demek ki sinema sektöründeki kapitalizm furyasına son verip Jim Jarmusch gibi dev simalara selamlar saygılar demek gerekiyor...

Şu an 2012 yılına girmek üzereyiz sıkıysa Godfather'i arka plana itecek bir filme imza atsınlar !
Godfather 1-2-3 çekildi  Godfather 4'e ne hacet diyorsanız o zaman "Godmother'i çeksinler de görelim...












Doğallık, Doğruluk ve Dürüstlük (3D)

Doğal olmak insanın kendisini olduğu gibi göstermesidir. Başka bir deyişle yapmacıklı hareketlerden,davranışlardan uzak durup taklitçiliğe ve özentiliğe mahal vermeden daha doğrusu tribüne oynamadan insanların sade haline "doğal" diyebiliriz. Doğallık ise doğal olmayı kapsayan bir bütündür.

Doğal olmanın tersi de taraflı olmaktır, yapmacıklı olmaktır, sade olmamaktır, kendini kandırmaktır veya karşısındakini kandırmaya çalışmaktır, kendini beğendirmek için  başkasına renkli görünmeye çalışmaktır ve bunun için çabalamaktır, menfaatini kaybetmemek için yalan söylemektir, sahtekarlığa başvurmaktır,

Peki insanlar neden doğal olmayı değil de genelde tersini yaparlar ?
Bunu yapmalarındaki amaçları ne ?

Doğallık kötü bir kavram değilse doğallığa ulaşmak için neden çaba harcamazlar ?
En doğal, en yalın halinle sevilmek varken, neden yapay olmayı seçer insanlar?

Çevresel faktörler, ailevi sorunlar, okuldaki arkadaşların tavırları ve bireyin onlarla olan iletişim problemleri, fabrikadaki iş arkadaşlarıyla arasındaki maddi ve manevi hususlar, ekonomik sorunlar, siyasi açıdan gösterdiği hassasiyet gibi gündelik hayatımızda yakamızı bırakmayan veya hep karşılaştığımız bu ve daha niceleri gibi durumlar karşısında doğal olmayı yitiririz. Hatta bunların üstesinden gelebilecek güçte bile değiliz belki . İnsanlar hayatın bu zorlulkları karşısında doğallılıktan ödün verir peki bu ne kadar doğru bu kısmının da ayrı tartışılması lazım. Çünkü doğal olup üstte sıralanan maddelerin haddinden gelinemez mi ?

Insan maddi ve manevi çıkarı için doğru olmayı bir kenara iter. Çok bilmişlik havası verebilir, kendisinin zengin olduğunu işaret etmeye çalışabilir,  1-2 kilo boyayla güzel olduklarına inanıp karşılarındaki insanları inandırtmaya çalışırlar, işe girmek için yalakalık yapabilirler mülakat anında, daha iyi not vermesi için öğretmenine hediye verebilir kendisini ona sevdirmek için hep sahte yollara başvururlar

Doğallık kavramının bilincinde olmayıp hep farklı maskeler takarlar.

Insanlar doğal olarak dünyaya gelir, belirli bir yaştan sonra çıkar meselesi devreye girince doğallıktan ödün verirler, Bunu önlemenin yolu çok zor olsa da her zaman ki gibi umutlu olmak gerekir, kendi fıtratını göz önünde bulundurarak, vicdanın sesini dinleyerek , çok okuyarak, çıkarları pahasına adil olarak doğallığını koruyabilir insan.. Böylece mutluluğu ve huzuru da yakalar çünkü vicdanen rahatlamıştır.

"Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol" demiş Mevlana.

Doğal olmak insanı doğruluğa götürür, çünkü yanlışıyla gerçeği karşısındaki insan kabul eder, doğal olanın ardında art niyet aramak hatalıdır ve abestir. Doğal olmak sadedir saftır o yüzden doğruluk ölçütüne de tamamen inanmak gerekir.

Doğruluk, haktır, haklı olana hakkını vermektir yapay insanların dışında olanlar doğrudurlar ve diğer insanları da dürüstlüğe götürürler.

Dürüstlük doğal olmanın ve doğruluğun toplamıdır bir nevi...













19 Aralık 2011 Pazartesi

Lars von Trier ve Onun Melankolisi


Melankoli; stres,dert,depresyon,travma gibi çeşitli psikolojik etkenler yüzünden insanın ruhsal ve bedensel olarak yavaşlamasıdır. Arapça'da  "Huzn" diye geçen bu kelime Türkçe'de "Hüzün" olarak karşımıza çıkar.  Sufism(us)'de yani Tasavvuf'ta; Allah'a yeterince yakın olamadığı için veya Allah için fazla bir şey yapmadığı için duyulan kişisel bir yetersizlik.

Daha çok 30 yaşın üstünde olan kişilerde görülen melankolinin oluşma sebepleri de çoktur: Travmatik,hormonsal, norölojik, psikolojik, sosyo-ekonomik... olarak kısaca sıralanabilir. Bu sebepleri taşıyanlar belirli zamanlarda karamsarlığa kapılırlar, yalnızlığa düşerler, bedensel ve ruhsal açıdan kopuk olduğu için daha çok hassaslaşırlar, duygusallaşırlar, çok çabuk heyecanlanırlar, karar verme mekanizmaları ağırlaştığı için çok düşünüp anında karar veremezler, kendi bilinçaltlarındaki dünyaya özgüdürler veya ona göre yaşarlar.

2011 yapımlı "Melancholia" adlı filminin yazar ve yönetmen koltuğunda sinema eleştirmenleri tarafından adını sıkça duyduğumuz Lars von Trier'i görüyoruz. Filmin kadrosunda da bize pek yabancı gelmeyen simalar dikkatimizi çekmekte: Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Elizabethtown, Spiderman gibi büyük projelerde gördüğümüz Kirsten Dunst, The Tree ve Antichrist filmlerinde karşımıza çıkan güzel İngiliz oyuncu Charlotte Ganisbourg, "24" tv dizisiyle bizi maceradan maceraya sürüklüyen her bir sezonunda ayrı keyif aldığımız ve kahramanımız haline gelen Jack Bauer yani  Kiefer Sutherland. Bunların yanı sıra Brady Corbet,John Hurt, ve Danimarkalı dev oyuncu  Jesper Christensen de diğer büyük oyuncular.olarak sıralanabilir.


Film ve filmin konusu, kız kardeşi için düğün töreni düzenleyen Claire(Charlotte Ganisbourg) ve kocası John'un(Kiefer Sutherland) evinde geçer, John, Justine(Kirsten Dunst) yani baldızının düğünü için her şeyi ayarlamış yüklü miktarda masraftan kaçınmamıştır.
Geç de olsa kiraladıkları limuzin ile Micheal(Alexander Skarsgard) ve Justine düğün törenine teşrif ederler . Fakat, Justine'de bir mutsuzluluğun, derin bir düşüncenin var olması düğünde de bir takım aksamalara sebebiyet verecektir. Başarılı ve büyük bir üne sahip ama reklamcılık sektöründeki bu ünvanını Patronuna söylediği ağır hakaretlerden (ki belki de haklıdır) ötürü kaybedecektir.

Film iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Justine'nin Melankolisi giderek artan bir şekilde ve stres ve bunalımın da dahil olarak düğünün eğlencesini arka plana iterek bizi Justine'nin ruh haliyle baş başa bırakıyor yönetmen. Justine'nin bu hal ve hareketlerine bakılarak bu hastalığın genetik olduğu da söylenebilir çünkü filmde anne ve babasının da anormal olduğu apaçık ortada. Hatta bir sahnede John kayınvalidesinin eşyalarını toplayıp kapı önüne atar bıkmış bir şekilde. Justine'nin bu ruh hali Michael'den ayrılmasına da sebebiyet verecektir ve tek çare olarak ablasının yanına taşınacaktır.  Bu geliş John'u endişelendirecektir. Çünkü o da bulaştırıcı olduğundan şüphelenmektedir. Claire'nin ve oğulları Leo'nun da bu hale geleceğinden korkmaktadır. Fakat Claire ablasını yalnız başına bırakacak değildir.

Film'deki korku olarak gezegenlerin dünyaya çarpacağından ve bunun doğuracağı çaresizlikten bahsedilecektir ilerleyen dakikalarda çünkü gezegenlerin etkisi ve karşı konulamaz yanı epey düşündürücü gelmiştir. John her ne kadar bilimadamlarının dünyaya çarpmayacak dese de onların korkuları dinmeyecektir. Bu konuda oğlunu iyi yetiştirmiş onunla ara sıra uzay analizleri yapar aldığı teleskop eşliğinde.

Filmin ikinci kısmında Claire'nin Melankolisi vardır. Justine'nin durumundan daha vahim gibi gözüken Claire biliçaltını işgal eden hayali gezegenlerin durumundan kurtulmak için çaresizliğe kapanmışsa da kocasının tesellisine de çok ihtiyacı vardır. Çözüm olarak köye gitmeyi düşünen Claire bunun durumu kurtarmadığını sonrasında kendisi de anlayacaktır.  Filmin sonlarına doğru doğru Leo'da bu korku ve şüphelere kapılacaktır.


Dogville,Antichrist,The Boss of Of It All, The Last Detail, gibi dev filmlere imza atan ünlü Yönetmen Lars von Trier'in 2011 yılında çektiği "Melancholia" yani Melankoli adlı filmi diğerlerinde olduğu gibi şimdiden büyük bir ses getirdi bile. Her yıl geleneksel olarak düzenlenen Cannes Film Festivali'nde en iyi aktris dalında Kirsten Dunst ödülü aldı.European Film Award'da yani Avrupa Film Ödülü'nde 2011'de en iyi film ödülünü de kapmayı başaran bu film aynı ödüle en iyi yönetmen dalında Lars von Trier aday gösterilmiş ve direkten dönmüştü.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Medya'da Habercilik Etiği

Haber, çeşitli yayın organlarıyla olan biteni kamuoyuna sunmak, gündem oluşturmak ve insanları bilgilendirmek amacıyla hazırlanan gorsel, sözlü, yazılı, kısa veya uzun metinlerdir.
Haber İngilizce'de "NEWS" yani North-East-West-South kelimelerinin baş harflerinden oluşup heryerde olabilir manası da vermektedir.  Almanca'da Nachrichten, Informationen hatta Tagesschau da doğru bir tabirdir.  Fransızca'da Information(s), nouvelle(s).

Gündemden bir türlü düşmeyen konuların başında "Yazılı veya Görsel Basın'da Etik" kavramı gelmektedir. Fakat "Etik" kavramına bir açıklık getirtmeden bu gazetecilerin işine karışmak yani bu konuyu tartışmak abes olur. Etik kelimesi iyi bilinip gazetecilerin, muhabirlerin, editörlerin, yazı işleri müdürlerinin , genel yayın yönetmenlerinin, köşe yazarlarının, fotoğrafçıların,kameramanların, grafik tasarımcıların, yazarların çizerlerin, teknik ekibin kısaca kim bu sektörde çalışıyorsa onların etik anlayışını da göz önünde bulundurarak ona göre değerlendirmek en doğrusu olur. Çünkü etik anlayışı farklı olan bu kişilerden aynı davranışı beklemek, hepsini aynı kefeye koyup ona göre değerlendirmek de bir o kadar yanlıştır. Çünkü etikle alakası olmayan yazılar yazan, etik dışı fotoğraf çeken, uygunsuz görüntüler alan, ahlak dışı kelimeler kullanan, toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmayanlar ile bulundurup ahlaki açıdan kimseyi acıtmayan gazeteciler bir olamaz şüphesiz.

Etik, kelime anlamı olarak " Ahlak Bilimi" demektir , “birey davranıslarıyla ilgili kullanılan ahlak terimlerini ve ahlaki yargıların konumunu incelemekte ve bireylerin ahlaki tutumlarının ardında yatan yargıları ele almaktadır”(Aktaran, Genç, 1998, s. 359). Etik, “ahlaki açıdan kabul edilebilir bireysel, kurumsal ve toplumsal değerlerin tanımlanması ve bu değerlerin insan davranışını değerlendirmenin temel ölçütü olarak kullanılması” (irvan, 2003, s. 51) olarak da tanımlanmaktadır. Ancak sıkça tartışıldığı üzere, etiğin gerçek uygulamadaki işlevi üzerine ya da diğer bir deyişle, düsünce ve eylem arasındaki algılanışına, özgürlük ve sosyal sorumluluğun bu çerçevede değerlendiriliğine ilişkin bakış açılarının değerlendirilmesi kavramın anlaşılabilmesi açısından önem taşımaktadır.

Bir ülkede basın alanında çalısan gazetecilerin, mesleki etikle ilgili kurallara uymaları ilkesinden hareketle, bu ilkelerin saptanması, o ülkede var olan bazı toplumsal değer yargılarına dayanır. Uluslararası alanda ortaya konulan bazı meslek ilkeleri, hiç kuşkusuz, çok genel geçer kuralları belirlemektedir. Öte yandan, belli bir ülkede ortaya konulmuş olan basın ahlak ilkeleri o ülkenin değer yargılarını da göz önünde bulundurmak zorundadır. Zaten o ülkede yetişen gazeteci de bu koşulları göz ardı edemez; çünkü insan büyük ölçüde içinde yetiştiği ve yaşadığı toplumun ürünüdür ve dolayısıyla gazeteci de bu olgunun dışında kalamaz.




Uyum ve Bütünleşme Açısından "Entegrasyon"

Fransızca'da "integration" şeklindeki bu kavramın aslında çok daha eskilere dayandığını ve günümüzde çoğu dilde yer alan  Latince'deki "Integrare" isminden türetildiği bilinen bir gerçektir.

Entegrasyon, uyum ve bütünleşme anlamına gelir. Daha açık bir ifadeyle herhangi bir ülkede, bir ortamda azınlık bölümünde kalan toplumlarının veya gruplarının, çoğunlukta olan uluslara, insanlara, medeniyetlere uymasıdır.Onlarla bütünleşip birlik olunmasıdır.

Entegrasyon, azınlığın çoğunlukla bütünleşip uyumlu bir şekilde yaşaması olduğuna göre çoğunluğun azınlıkta kalan kişileri kendi vatandaşları ile eş değer görmeli, azınlıkta olanlar ise çoğunluğa uyup onlarla beraber bütünleşmelidir ve bu sürecin hızlı olması her iki taraf açısından da daha iyidir.  Çünkü birlik beraberlik sağlandıktan sonra maddi ve manevi sorunlar da ortadan kalkacaktır.  Eğer Çoğunluk, azınlıkların haklarını adil bir biçimde vermiyorsa o ülkenin o toplumun adalet anlayışında bir takım meselelerin cereyan etmesi de söz konusu olabilir. Azınlık haklarının ihlal edilmesi veya üvey evlat muamelesi yapması onları vatandaşları gibi görmemesi o ortamda bazı değerlerin yok olmasına sebebiyet verir.


Azınlıkların, çoğunluğa uymaması onlarla bütünleşmemesi ise çoğunluk tarafından doğal olarak hoş görülmez ve azınlıklara karşı bir tavrın ortaya çıkmasına bir nevi ortam hazırlar. Azınlıkların milletleri de o şekilde bilinir ki bu ne kadar doğru bu kısmının da iyice irdelenmesi gerekir çünkü bir kaç grup veya azınlık yüzünden onların uluslarını da o şekilde görmek hangi akla uygunsa o akıldan uzak durmak gerekir. (Bütün genellemeler yanlıştır.)


Demokratik toplumlar genellikle, ülkede geçerli olan yasalara saygı gösterip, azınlık gruplarının topluma entegre olmasına çalışır. Kendilerini toplumun eşit ve özgür bireyleri olarak gören azınlık ise sahip olduğu kültürel değerleri ve kimliğini koruyarak topluma uyum sağlar. Başarılı bir entegrasyon azınlığın eğitim, kültür ve iş ve siyaset alanlarında çoğunluk toplumunun bireyleri ile eşit haklara sahip olması ile gerçekleşebilir.




11 Aralık 2011 Pazar

Guillermo del Toro'nun Makyajı ve Korkusu

Del Toro denildiği zaman insanın aklına doğal olarak Korku filmlerine modern bir perspektif getiren ve korkuyu sanatla bütünleştiren bir makyaj uzmanı gelir. Sinema Tarihi'nin dehaları arasında yer alan; James Whale  Mario Bava,, Alfred Hitchcock gibi isimlerin hayranı olan Guillermo del Toro sanat, makyaj ve efekt hayranı olduğu da her filmde belli olmaktadır.  Hatta bu konuyla alakalı olarak "The Exorcist" filminde makyaj uzmanı  Dick Smith makyaj ve efekt eğitimi aldığı da bilinen bir gerçektir. Del Toro neredeyse 10 yıl makyaj dalında uzman olarak çalışmıştır.

Del Toro'nun filmlerinde özellikle hep görsel öğelerin zenginliği ve bunun süslü bir rüyada küçük kahramanların yaşadığı serüvenleri capcanlı hale getirmesi insanın dikkatini çekmiştir. Figüranlar, hayali yaratıklar, kostümlerin farklı tarzlarda olup rengarenk olması ve korku ile birleşmesi harika bir film örneğini ortaya çıkarmış.

Değil midir ki bir filmde olması gerekenlerin en başında: Renk ve Makyaj. Çünkü filmin sıradanlığını ortadan kaldırıp izleyiciyi sıkılmamasını önleyen büyük etkendir Del Toro'nun yaptığı o yüzden katılmaktan başka çare de kalmıyor.  Bu makyajın izleyicide uyandırdığı etki de çok önemlidir çünkü ordaki dünya merak edilir ve eşyaların yoğunluğu arasında kendini kaybetmeden her adımı izlenir izyeyici tarafından ..İzleyici kendini o sihirli dünyaya kaptırmıştır, gelecek olayları renkler ve kostümler aracılığıyla kontröl etmeye çalışmaktadır artık.

James Whale'den , Mario Bava'dan veya Alfred Hitchcock'tan ilham alıp eserlerini bu şekilde yontarken bir yandan da korku dalına farklı tarz getirip yeni bir zevk vermiştir Guillermo.( Her ne kadar bu daha önce çektiği kısa filmlerde belli olmasa da son yıllarda iyice kendi varlığını sinema dünyasına kabul ettirmiştir bu korku tarzı)
Örneğin Hitchcock, Korkusunu gerilim ile bütünleştirirken Guillermo daha çok heyecanla birleştirmeye özen göstermiştir Örneğin Whale korku filmlerinde hiç beklenilmeyen zamanda bazı ters giden şeylere vurgu yaparken Del Toro adım adım korkunun üstüne gider..Del Toro,, kendisini cezbeden ve filmlerinde sıklıkla kullandığı unsurlardan bahsetmiştir:” Böcekler, kurgulu düzenekler, canavarlar, karanlık yerler ve doğmamış canlılar…” Del Toro’nun filmlerinde dikkati çekecek derecede sıklıkta canavarlar görülmektedir. “daima canavarları çok sevdiğini“ söylemiştir: “ Canavarlara olan hayranlığım neredeyse antropolojiktir. Onları inceliyorum, pek çok filmimde onları inceden inceye tahlil ediyorum. Nasıl olduklarını, içlerinin neye benzediğini ve sosyolojilerini öğrenmek istiyorum.” Aynı zamanda Arthur Mansehn,Lord Dunsan,Ashton Smith H.P Lovercraft ve Borges’ten de etkilendiğini belirtmiştir.


Del Toro'nun Filmleri:

Del Toro’nun ilk önemli yönetmenliği “Cronos” (1993), onun Meksika sinemasının yükselen yıldızlarından biri olarak ün kazanmasını sağlamıştır. Gösterişten uzak, çok iyi bir oyunculuğun sergilendiği bu korku filminde, Cronos’un vampiri parazit olarak betimlemesi türün zekice bir revizyonu olmakla birlikte aynı zamanda Meksika ile ABD’nin üstü örtülü bir alegorisi idi.

“The Devil's Backbone”, del Toro’nun sanatsal yeteneğini bir kez daha ispatlayan harika filmdendir. "The Devil's Backbone” da kazandığı tecrübeden memnun kalan ve Hollywood’un sunabilecekleri hakkında artık fikir sahibi olan del Toro, bu kişisel filminin ardından Wesley Snipes’ın rol aldığı ve büyük bütçeli bir vampir / korku çizgi roman uyarlaması olanBlade 2 (2002) yi çekti. Del Toro aynı zamanda aralarında Hollywood’un önemli aykırı yönetmenleri James Camoren ve Francis Ford Coppola ‘nın da dahil olduğu bir çok Amerikan projesi geliştirmeye başladı. Del Toro’nun H.P LoverCraft'ın tüyler ürperten hikâyesi “At the Mountains of Madness”i sinemaya adapte edeceği beklentisi yazarın hikâyelerinin ne zaman beyaz perdeye doğru bir şekilde aktarılacağını merak eden Lovecraft hayranlarına ümit verse de, del Toro’nun bir sonraki projesi eninde sonunda daha çağdaş doğaüstü bir hikâye olacaktı. Çizgi roman yazarı/çizeri Mike Mignolia’dan adapte edilen ve yapımını yine Mike Mignola’nın üstlendiği Hellboy, 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından çağırılan ve sonunda şeytani güçlere karşı savaşanların tarafına geçen bir şeytanın hikâyesini anlatmaktaydı.

Filmin ardından Hollywood’dan bir süre geri çekilmeyi ve The Devil's Backbone tarzında düşük bütçeli karanlık bir peri masalı çekmeyi tercih eden del Toro, dikkatini Pan'ın Labirenti filminin yapımına verdi. Panı’ın Labirenti geleneksel anlamda The Devil's Backbone’un direkt bir devamı olmasa da, mitik bir Faun tarafından bir efsanenin kayıp prensesi olduğuna ikna edilen genç bir kızın arayışını anlatan bu huzursuz edici fantezi, çocukluğun masumiyetini, acımasızlık ve zulüm temalarını araştırmaya devam etti. Yine İspanyol İç Savaşı sırasında geçen Pan’ın Labirenti, gerçek dünyanın kabusları ile diğer dünyanın mucizelerini günümüz fantastik filmlerinde nadiren görülen bir akıcılıkla birleştirdi. Eleştirmenler tematik olarak karmaşık olan bu filmi ustalıkla yöneten del Toro’yu alkış yağmuruna tuttular. Pan’ın Labirenti Akademi üyelerinin de takdirini kazandı ve Oscar ödülleri ile taçlandırıldı.

The Devil's Backbone ve Panı’ın Labirenti, 1973’de çekilen ve 1970lerin en iyi İspanyol filmi olarak gösterilen “The Spirit of Beehive” (Arıkovanının Ruhu) ile benzer ortamlara, baş kahramanlara ve temalara sahiptir.







24 Kasım 2011 Perşembe

Funny Games

Alman Sineması'nın en başarılı yönetmenlerinden Michael Haneke'nin 1997 yılında çektiği Psiko-korku karışımı bu şahane filmin (Funny Games) belki de en önemli ve en şaşırtıcı yönü izleyecinin nasıl olduğunu, neden olduğunu bilmeden kendini bir maceranın içinde bulmasıdır.
Çünkü filmin başından sonuna kadar bir anlam teşkil etmeyen bazı sebeplerin bir ailenin yok olmasına sebebiyet verecek ve bu süreçte izleyicinin psikolojik durumu allak bullak olacak.

Filmin konusu şu ana kadar ki psikolojik korku ve gerilim tarzındaki filmlerin hiç birine benzememekle beraber kurgu ağının insanları etkilemesi de son derece başarılı bir filmin olmasına vesile olmuş.

Avrupa'da çekirdek bir ailenin(Anne,Baba ve Oğul) göl kenarındaki yazlık evlerine giderken orda tanışacakları komşularının onlara nasıl musallat olduğunu ve nelere mal olacağını konu edinen bu filmde Yumurta almaya gelen bir adamın kurnazca diyalogları ve Georg(Ulrich Mühe ile onun oğlu Georgie'nin(Stefan Clapczynski) Kayıkla balıkla tutmaya gitsini değerlendirip Anna (Susanna Lother) ile ne tür bir oyun olduğu anlaşılmayan bir fırsat geçer ellerine..

Yaptıklarında bir ciddiyet gözükmese de ilerleyen dakikalarda korku dolu sahnelere sebebiyet verecek bu ufak tefek bahaneler daha doğrusu Anna için korkuç bir travma sınavı adeta..

Georg ve oğlu eve döner ve evde neler döndüğünü anlamak istediklerinde iki kafadar komşu onları da tutsak alır evin içinde Anna'nın anlayamadığı oyuna bu sefer bütün aile dahil olur ve 2 piskopat adamın sadistçe tavırlarına maruz kalırlar.. Bir anda Georg sinirlendiğinde Beyzbol darbesi alır ve sabah erken başlayan bu oyun gece sabaha kadar devam eder.. Ki adamların tavırları o kadar rahat ki televizyon izlemeleri, yemek istemeleri, pişirmeleri son derece insanlara tuhaf gelen cinsten...Kendini tutamazlar çevredeki aileleri yok ettikleri gibi bu aileye de son verirler komik ve tuhaf piskopatlar..

Konular ve işleniş açısından aynı olan bu film Haneke’nin duygularımızla oynayışına çok güzel bir şekilde olanak sağlıyor. Yönetmeni az da olsa tanıyanlar, bir iki filmini izlemiş olanlar bilirler ki bu yönetmenin eserlerini izlemek, izlemeye çalışmak zordur. Yorucu ve çarpıcı eserler veren bu yönetmenin ürettiği senaryolar çok ince bir şekilde analiz getirir hayata. O kadar güzel bir eleştirel tavırlar sergiler ki, kimi zaman eleştirinin ötesine geçerek gerçekle inanılmaz derecede bağdaşan bir eleştiri ortaya çıkartır. Diğer filmlerine göre benim için daha az vurucu olan bu kurgunun bahsettiği şeyler sapıklık, psikopatlık ile alakalı bir seçmece. Bizleri gerçeğe ne kadar yakın olaylar gerçekleştiğini sorgulamaya iten bu film yönetmenin diğer eserlerine kıyasla gerçekten de daha az bir gerçekçiliğe sahip. Tabii ki bilemeyeceğimiz ya da yaşantılarımızın elverdiği ölçüde bilgi sahibi olduğumuz bir konu bu, zira başına filmdeki karakterlerin yaşadığı tipte olaylar gelen pek insan tanımıyorum, fakat varolduğunu da biliyorum.

10 Temmuz 2011 Pazar

Das Weisse Band: Eine deutsche Kindergeschichte

Ünlü Alman yönetmen Michael Haneke'nin yazıp yönettiği, 1. Dünya Savaşı'ndan önce Kuzey Almanya'daki bir köyde toplumsal yaklaşımları izleyiciye dramatik bir şekilde sunan harika bir film.

62. Cannes Film Festivali'nda 2009 Mayıs'ta "The White Ribbon, a German Children's Story" ismiyle katılıp ve Palme d'OR ödülünü kazanması şüphesiz ki hak etmesi manasına gelmekte.

Akademi Ödülleri'nden(Oscar) önce verilen ve Oscar'ın habercisi olarak nitelendirilen Golden Globe'yi(Altın Eldiven) En İyi Yabancı Dilde Film dalında kazandığını da unutmamak gerekir.Filmin Dünya çapındaki diğer büyük başarıları ise Altın Eldiven'i kazandığında yani 2010'da yine Oscar Ödülleri'ne iki dalda aday gösterilmesi: En İyi Yabancı Dilde Film ve En İyi Cinematrograpy.

Filmin konusu1. Dünya Savaşı'nda önce dedik, yaklaşık 1913-1914 yılları arasında Kuzey Almanya'da Protestan bir köyde geçmekte. Köy öğretmeni ile yaş olarak kendisinden epey küçük olan Eva'nın birbirlerine olan ilgileri aşka dönüşür ve sonrasında onu istemeye gidecektir, köydeki yoksulluğu göz önünde bulunduran Eva'nın babası bir göbek doyurmaktan kurtulma hesapları yaparken kızın yaşının küçük olması ise babanın kızı vermemesine sebep olur ve seneye kızı alırsın der.

Film genel olarak 3 aile etrafında kurulu: Baron, Doktor ve Çiftçi

Baron, aynı zamanda papazdır ve köyün değer verdiği, onun görüşüne başvurduğu ve ondan yardım istedikleri adamdır. Çocuklarına tam manasıyla Alman Disiplinini, itaat etmeyi ve hayatta zorluklarla başa nasıl çıkılması gerektiğini anlatıp çocuklarını eğitirken, izleyiciye de bir yandan çeşitli göndermelerde bulunuyor. Çocuklarına hem kilisede hem kendi evinde eğitirken onları köy okulundaki öğretmenden de mahrum bırakmıyor. Ve bütün köy ile iletişim halinde.
Küçük oğlu ile arasında geçen Kuş - Kafes diyaloğunda olduğu gibi balık yemeği değil balığın tutulmasını anlamamız gerektiğini bir kez daha vurgulamış. Filmin de ismi olan Beyaz Band'ın hikayesi, kızının Masumiyeti'ni kaybetmemesi için kızına küçükken taktığı bandı çocuklarına büyüdüklerinde de takması insanın ders alması gereken diğer noktalardan

Doktor, İki ağaç arasında atıyla giderken korkunç bir şekilde düşen ve kolunu fena yaralayan bir oyuncu rolünde. Doktor'un eşinin ölmesi veya eşini öldürmesi sonrasında birlikte olduğu iki özürlü çocuk annesi bir kadınla hayatına anlam vermeye çalışması filmin rengini ve dramatiğini biraz daha artırmasına vesile olmuş. Kadının da kocası ölmüş doktorla birlikteliği özellikle cinsellik açısından sorgulandığında akla bir nevi insanın içindeki hayvansallığı getiriyor. Doktorun kadından sıkılması onunla birlikte iken başka bir kadını düşlemesi de dünyevi olarak bile olsa şehvani duyguların kolayca değişebileceğine bir işarettir.

Çiftçi'nin bir gözü şaşı olup köyde tarımla, hayvancılıkla uğraşan fakir insanı temsil etmektedir. Oğullarından birisinin köydeki br tarlayı harap etmesi ve lahanaları çöplük haline getirmesi babasının tepkisini çeker ve onu fena döver. Ardından kilise tarafından cezalandırır ve oğul affolma çareleri arar.

Bu üç aile dışında Öğretmen ile aşık olduğu kızın hikayesi filme bambaşka bir ahenk verip izleyiciyi derinden etkiler güzellikte.

İnsan bu akıcı filmi izleyip yaklaşık 2 saat 33 dakikanın nasıl geçtiğinin farkında bile olmuyor. insanın roman gibi okuyabildiği bu filmin kostümleri, makyajsız halleri, müziklerin az ve öz oluşları, siyah beyaz bir görüntüyle insanlara sanki fotoğraf gösteren kamera çekimleri ve doğal manzaralarla beraber izleyenleri bambaşka bir hayata sürüklemekte..

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Gençlik Filmleri: Sömürme ve Ahlaksızlaştırma Politikası

Popüler kültür açısından 1980'li yıllara baktığımızda gençlik filmlerinde hızlı bir ilerlemenin olduğunu ve bu tarz filmlerin popüleritenin etkisiyle normal yaşantımızın içine iyice yerleştiğini görmekteyiz.

Dram, aksiyon, korku, gerilim, komedi, Bilim-Kurgu, romantik, macera,savaş,tarihi,biyografi, müzikal.. vb gibi film türlerinin yanına son yıllarda halkın rağbet ettiği "gençlik filmleri" dediğimiz kavram ortaya çıktı ve ne yazık ki olumsuz yönleri toplumsal açıdan büyük kaygı verecek şekilde artmış durumda.

Çok yüksek maliyetlerle yukarıda bahsetmeye çalıştığımız filmlerin çekilmesindeki amacı acaba hiç düşündük mü ? Düşünüp bu konu hakkında bilgi edindikten sonra izlemeyi bıraktık mı ? Samimi olsak ve cevap versek şunu deriz: "İzlemekten başka bir şey yapmadık, ne zaman vizyona gireceğini merak ettik, film izlemeye arkadaşlarımızı davet ettik, birlikte sinemaya gittik, bilet aldık, yanına pop cornu ihmal etmedik, evde saatlerce indirmeye çalıştık bilmediğimiz sitelerden, dvd aldık cd aldık, arkadaşlardan ödünç aldık, zamanımızın çoğunu bu tür gereksiz filmlerle harcadık." Peki ya sonuç ???


Film indirirken bilmediğimiz veya bildiğini sandığımız siteler yüklü miktarda para kazanıyor, reklamlardan torrentlerden, film indiren müşterilerden... Film indirdiğimiz siteler genel olarak sağda solda ahlak açısından iğrenç olan cezbedici, tahrik edici resimler, chat yazıları, telefon numaraları fotoğraflar vardır. Bunlar farkında olmadan insanın zihnini kemirir bellirli bir zaman sonra bize sıradan bir durummuş gibi gelmeye başlar.

Bizi bu tür durumlarla başbaşa bırakanlar veya bırakmaya çalışanların amacı para ve şuan ki insanlarla sonra gelecek nesillere ahlaksız bir ortam hazırlamaktan başka bir şey değildir

Almış olduğumuz veya temin ettiğimiz cd, dvd, afiş veya arkadaşlarla sohbet ettiğini filmler , tavsiye de bulunduğun son çıkan filmer, sinemada izlemeye gitmen gibi durumlar ise onların reklamını yapıp ilgiyi yükseltip bunlara izleyici artırmaktan başka bir şey değildir.Çünkü tavsiye ettiğin filmler, yolda elinde olan dvd, cd, afiş başkasının dikkatini çeker ve o kişinin hafızasında bir imaj oluşur o film hakkında ... Oysa bu şekildeki filmlerin asıl amacı da bu değil mi? Seni ve senin toplumuna etik açıdan biraz uygunsuz hale getirip seni istediği şekle sokmak...

Son yıllarda aşırı derece de çekilmeye başlananan bu filmlerin gerçeklikle alakası olmayıp film çeken ülkelerin kültürleriyle inançlarıyla, sosyal yaşantılarıyla hiç alakası da yoktur.. Bizi film izlemeye mahkum kişiler olarak gören ve bizlere görmek istedikleri gibi bir dünya göstermek istiyorlar ve insanların ruh hallerini bu şekilde kandırıyorlar bir nevi. Örneklerle konunun dağılmaması için perde arkasını görüp filmlere dur demek gerekiyor. Bu kadar basit aslında. Sanatsal filmler güzel eğitim belgeseller, içerikli filmler varken bunların bizim toplumumuzda ne işi var demek en güzeli ve en mantıklısı olsa gerek.

Özellikle gençlerin ve çocukların ahlak açısından temiz olması lazım, Çünkü geleceğin teminatı olan gençlerimiz, sonraki nesillerin bozulmaması için yegane şarttır. O yüzden öncelikle bizim ahlaklı olmamız lazım ki ahlaklı bireyler kazandıralım topluma.

Filmler hangi ülkede vizyona girecekse yetkili kişilerin de bir takım önlem almaları lazım halkı bu tür şeylerden uzak tutmaları ve insanlarını bu tür sömürülerden kurtarmaları gerekmektedir.

Unutmayın bunları izlemek demek bunlar gibi olmaya çalışmak demektir...

30 Haziran 2011 Perşembe

Mutter und Sohn

Yaşlı ve hastalığı yüzünden ayağa kalkamayan bir anne ile onun oğlu arasındaki ilişkiyi dramatik bir şekilde anlatan şahane bir film. "Mother and Son"

Rus Sineması'nın anne sevgisi ile oğul bağlılığını en içten bir şekilde anlatan ve izleyiciyi derinden etkileyen bu güzel örneğe Aleksandr Sokurov imzasını atmış ve film vermek istediği mesajlar açısından son derece büyük bir öneme sahip

1997 Yılında vizyona giren bu film çok düşük bir bütçe ile çekilmesine rağmen izleyicilerin gönlüne kazınacak türden bir yapım. Kolay kolay unutulmayan bir sevgi yumağını işleyip senaryosu da son derece başarılı.

Aleksandr Sokurov'un uluslararası bazındaki takdir özelliği taşıyan bu film aynı zamanda onun ilk üçlemesinin ilk filmi olması da son derece ilginç bir durum olsa gerek. Üçlemesi'nin diğer filmleri ise hatırlayacağınız gibi;
2- Father and Son

3- Two Brothers and Sister


Film annesini yalnız bırakmayan ve onun yanı başında olan oğluyla başlar , Annesini taşıyan ve samimi bir şekilde anneliğin ne olduğunu bize gösterircesine anlatan bu filmi izledikten sonra annemizi daha çok sevmeliyiz mesajını çıkartmamak elde değil. Anne ile oğul ormanlık bir alandaki sakin evlerinde aralarında geçen diyaloglarla devam eder. Oğul annesine kitaplar okur, geçmiş hakkında yaşanılanları anlatır anne dinler ve bazan düzeltmeler yapar. Annesini evde bırakır daha doğrusu öleceğine ramak kalacağını bildiği için olmalı ki onu yalnız bırakır

Çünkü ana sevgisi o kadar büyüktür ki annenin kaybedilişine yürek dayanmaz...

Mother and Son, filminin süresi yaklaşık bir saat olması insanın aklına annenin hayatta kalmasının son bir saatini mi anlatıyor sorusunu getirse de bir saat sonrası yani filmin sonlarına doğru Oğul'un annesi öldükten sonra annesinin ellerine sarılıp onu okşaması ve hafifçe bağrına bastıktan sonra:

"Beni de bekle ben de yakında geleceğim, dediğimiz yerde buluşuruz" demesi hafızalardan silinmeyecek ender replikler arasında yerini alacağa benziyor...

29 Haziran 2011 Çarşamba

Transformers (Film) - İnceleme

Transformers filmi son yıllarda yayına giren Bilim -Kurgu ve Aksiyon türlerinin karışımı sayılabilecek filmlerinin en güzel serilerinden biri adeta..

Değişik mekanizmalardaki robotların dönüşme devrelerini incelemesi açısından son derece mühim özellikler taşımakta ve robotların iyi-kötü ayrımındaki dikkate değer tarafı da filmin kurgusu olsa gerek. Robotların farklı mekanizmalarda olup aynı gezegende yer almaları aslında onların farklı cephelerde görünmelerine de yol açmıştır: İyi robotlar ve Kötü robotlar olmak üzere

Transformer'lar, gezegenlerindeki yakıt stoklarının azalması sonucu, uzayda farklı yakıt kaynaklarının arayışı içine girerler.Ve tabi ki bu arayış, kimyasallar ve gerekli yakıt mineralleri açısından son derece zengin olan Dünyamıza düşürecektir yollarını. Kolaylıkla otomobillere, uçaklara, deniz taşıtlarına, kamyonlara dönüşebilme yeteneği olan bu robotlar, dünyaya gelerek bu kaynakları ele geçirebilmek için bir savaş başlatacaklardır. Kötü ruhlu robotlar Decepticonlar'ın tek isteği kendi isteklerini elde edebilmek için dünyayı yok etmektir. Tabi yine karşılarında iyi robotlar ve onların başı Optimus Prime'ı bulacaklardır.Enfes filmleriyle tanıdığımız dahi yönetmen Steven Spielberg'in yardımcı yapımcılığına üstlendiği bu keyifli filmin yönetmen koltuğunu Amerikalı usta yönetmen Michael Benjamin Bay oturmuş...