23 Ekim 2016 Pazar

Karınca gibi çalışmak: Çıplak Ada

The Naked Island(Çıplak Ada) yönetmen Kaneto Shindo'nun tabiriyle, doğaya karşı karıncalar gibi çalışan ve mücadele eden insanları perdeye aktaran 'sinemasal bir şiir'dir.


 İkinci Dünya Savaşı'ndan harap ve bitap düşmüş Japonya'nın sadece bir ailenin yaşadığı küçük bir adada geçiyor film.  Çorak ve ıssız olan bu adada aile karınca gibi çalışarak geçimini sağlamaktadır. Adada tatlı su bulunmadığı için Nobuko Otowa ve eşi Taiji Tonoyama tekneleriyle her gün bir çok defa başka bir yerden yaşadıkları yere kovalarla su taşımak zorundadırlar. Yetiştirdikleri sebze, bitki ekinler için de su gerekli olduğu için işleri bir hayli yoğun. Çocukları ise boş zamanlarda balık tutar, adadan gemileri, doğayı, doğanın gücünü öğrenirler ki Doğu kültüründe doğanın önemi büyüktür. Filmin ana teması ada olduğu için aile bile arka planda kalıyor. Hadaka no shima'nın müziklerine imza atan usta Japon komponist Hikaru Hayashi bile pastoral bir dili tercih etmiş: Güneş doğuyor, bulutlar büyüyor... vb. Ve ilginçtir filmin tek sesli sahnesi okuldaki çocukların söylediği bu şarkıdır.

1960 yılında Onibaba filmi ile Japon sinemasında adından söz ettiren Kaneto Shindo, The Naked Island filmiyle büyük bir beğeniyi hak ediyor. Minimalist türden çekilen bu diyalogsuz film tarım toplumu olan Japonya'nın aile, doğa, çalışma gibi temel değerleri irdeliyor.(Belki'de günümüzdeki Japon teknolojinin sırrı buradaki düzen ve arı gibi çalışmaktan kaynaklanıyordur) Her şey üretimle başlar. İnsanlar düzenli, sistemli ve disiplinli çalıştıkları zaman yapamayacakları bir şey yoktur. Teknoloji de gelişir, muasır medeniyetler seviyesine de ulaşılır, insanların huzuru ve mutluluğu da artar.

Nobuko'nun yaptığı takdire şayandır. Kadın kuvvetiyle her gün adadan adaya kürek çekiyor,
çocuklarını okullarına bırakıyor. Oradan sırtına yüklediği iki kova suyu  tekneye bırakıyor. Daha sonra teknede kürek çekerek yaşadığı adaya geliyor. Getirdiği suyu alıp tarlada yetiştirdiği ürünlere veriyor. Hem çiftçi, hem ana, hem işçi.. Eşi Taiji de benzer işleri yapıyor. Yani adada eşler arasında bir iş bölümü yok. İkisi bir olmuş, yaşamlarını ikame etmektedirler. İlerleyen dakikalarda tarla kenarında getirdiği suyu yanlışlıkla döken Nobuko'ya eşi sert bir tokat vurur. Bu sahnede de işin ciddiyetini ve hataların affedilemez nitelikte olduğunu görüyoruz. Belki de ileride tekrarlanmaması için bir uyarıdır.

Yetişen ürünleri yine satmak karı kocanın görevidir. Hasat zamanında toplanan tahıllar zengin kişilere satılır, bu parayla ihtiyaçlar giderilir ıssız adada.


Savaş izlerinin henüz silinmediği ülkede her şeye rağmen aileler hayatlarını güzel yaşanmaktadır. Ta ki büyük oğulları Taro'nun(Shinji Tanaka) ölümüne kadar. Hızlıca kayığına sarılmasına, doktor getirmesine rağmen baba oğlunu kurtaramıyor. Ada artık aile için ıpıssız olmuştur.  Taro'nun cenazesinde okul arkadaşları ve öğretmeni de hazır bulunur. Sınıf arkadaşları Taro'yu son yolculuğuna çiçeklerle uğurlarken annesi oğlunun kılıcını evden alıp tabutunun üstüne bırakır. Kılıcın anlam ve önemi samuraylar için anlatmaya gerek yok.  

Notlar:

1- Çıplak Ada, Japon minimalizm akımının iyi bir örneğidir. Fazla detaya girmeden sade çekimlerle izleyiciyi yormadan akıcı bir film.
2- Diyalogsuz olmasına rağmen film senaryoyu görüntülerle bunu fazlasıyla telafi ediyor. Hatta diyalogsuz olması filme ayrı bir özellik katmış. Seyirci hiç bir diyaloğu aramıyor. Bu da yönetmenin ustalığından kaynaklanıyor olsa gerek.
3- Filmin başrol oyuncusu Nobuko Otowa, 1977 yılında filmin yönetmeni Kaneto Shindo ile evleniyor. Yönetmenin ilk ve tek eşi oluyor.
4- 1912 yılında doğan Shindo 100 yaşında hayatını kaybediyor.
5- Puanım 10/10



1 Ekim 2016 Cumartesi

Yukarıdaki Çocuk: Modern hayatta yalnızlık



             Avrupa Sineması'nın kanayan yarası parçalanmış aile sendromu Winterdieb'te de(Yukarıdaki Çocuk) karşımıza çıkıyor. Realizm akımının kuvvetli etkilerinin görüldüğü Ursula Meier'in bu ikinci uzun matrajlı filminde küçük başrol oyuncusunun anne babası boşanmış; babanın kim olduğu, annesinin ise ne zaman ve ne yaptığı belli değil. Böyle bir ortamda büyüyen Simon, sevgi ve mutluluk gibi kelimelere, sarılamadığı anne ve babası kadar hasret duyuyor.

Home filmiyle büyük bir kitle tarafından beğeni toplayan Ursula Meier, Winderdieb(L'enfant d'en haut) ile izleyiciyi bu kez İsviçre'nin lüks bir kayak merkezine götürüyor. 12 yaşındaki Simon burada kayak yapmaya gelen turistlerin eşyalarını çalarak geçinmektedir. Hırsızlık esnasında bir çok defa yakalanıp bunun bedelini ödese de bu huyuna devam etmektedir. Simon'un bir de işsiz ve kendisi gibi mutsuz bir ablası var:Louise.

Abla kardeş kayak merkezinin sanayi kısmında baraka bir evde yaşamını sürdürürken Simon restaurantta mevsimlik işçi olarak çalışan bir İngiliz ile haddinden büyük bir anlaşma yapar. buna göre daha önce çaldıkları eşyaları ucuz fiyata mahalle çocuklarına değil de artık yürüttüğü  kay kayları buna satacaktı. Bu durum zamanla ablası ile arasının bozulmasına neden olsa da paraya muhtaç olması Simon ile iletişimi koparmayacaktır. Yaşamın zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalan ikili ilerleyen dakikalarda seyirciyi şaşırtıyor. Louise'nin sevgilisine kardeşim diye tanıttığı Simon birden Louise'nin annesi olduğunu itiraf ediyor. Bu yüzden Louise'nin sevgilisi ondan ayrılıyor.

Dünyaya babasız olarak gelen Simon, annesinin vurdumduymaz tavırlarıyla adeta çocuk yaşında tek başına yaşamla boğuşmaktadır. Sevgiden, aileden, mutluluktan nasibini alamayan Simon büyük bir acı çekerken küçük bir odada tek başına yatmaktadır. Sevgiye ve şefkate aç olan Simon bu eksiğini bir nevi gidermek için parasını devreye sokar. Bir sahnede annesine 180 İsviçre Frank'ı karşılığında annesinin kucağında yatmak ister. Fakat annesi parayı az bulur. Küçük oğlunun yoğun ısrarlarına dayanamayan anne oğlunu yatağına alır. Doğru dürüst oğluna sarılmayan annenin burada evladını istem dışı doğurduğunu da öğreniyoruz. Fakat küçük Simon annesine biriktirdiği paralarla üşümemesi için bir ceket, topladığı franklarla kot bir pantolon alır. Sıcak yemeğin pişmediği eve bir fırın temin eder.

Mahmut Tuncer abinin Yeşilçam filmlerinde dediği gibi, 'Çocuğun yüzü gülmüyor' 

Avrupa Sineması'nın kanayan yarası parçalanmış aile sendromu burada da karşımıza çıkıyor. Çocuğun anne babası boşanmış, babanın kim olduğu, annenin ise ne zaman ve ne yaptığı belli değil, Böyle bir ortamda büyüyen Simon, sevgi ve mutluluk gibi kelimelere sarılamadığı anne babası kadar hasret duyuyor. Mahmut Tuncer abinin yeşilçam filmlerinde dediği gibi, 'Çocuğun yüzü gülmüyor'  Ve ilginçtir babasızlık duygusunu hayatında tadamayan Simon film boyunca babasını sorgulamamaktadır.  'Annen baban ne iş yapar, kimdir' diye sordukları zaman da yalan söyler. Kime kayak yaparlarken öldü, kimine araba kazası kimine de anne babasının zengin olduğunu ifade eder. İsviçre Alpleri'nde tanıştığı Kristin (Gillian Anderson) ile adının Julien, babasının ve annesinin çok meşgul oldukları için kayağı tek başına yaptığını söyler. Kristin ilerleyen dakikalarda düzensiz hayatına son veren Lousie'nin patronun eşi çıkar. Hizmetçi olarak çalışan Louise yanına Simon'u alır. Kötü huyundan vazgeçmeyen Simon kayak merkezinde eşyalarını çaldığı zenginin evinde de saatini çalar. İkisi de işten kovulur. Hayattan bezmiş Louise ile Simon  arasında bu hırsızlık vakası ve işsizlik yüzünden yeni bir kavga başlar. Perişan hayatına geri dönen Louise oğlu Simon'u neden doğurduğunu tekrar kendine sorar.

Filmin sonlarına doğru Alplerdeki bir  restaurantta Simon çalışmak ister. Patron onu tanıdığı için kapıyı gösterir. Simon bunun üzerine geceyi dağda geçirir. Ertesi gün teleferikte iken karşı teleferikten gelen annesini görür. Buradaki bakışlar filmin özetidir adeta.


Notlar:
1- Dardenne Kardeşler'in etkilerinin bariz bir şekilde görüldüğü(özellikle Bisikletli Çocuk) bu film arka planda müthiş bir manzara sunuyor.
2-  Sister(L'enfant d'en haut) içten samimi senaryosu ile genç yönetmen Ursula Meier'e 2012 yılında Berlin Festivali'nde Gümüş Ayı-Özel ödülünü kazandırmış. Yine aynı sene İsviçre'nin Oscar Ödülleri için En iyi yabancı dilde film için aday olmuş.
3- Filmin arka fon müzikleri yetersiz, Film genel olarak akıcı değil ama başta diyaloglar olmak üzere senaryo etkileyici.
4- Oyuncu kadrosu mütevazı olmasına rağmen performansları çok başarılı
5- Puanım 8/10









7 Eylül 2016 Çarşamba

Submarino: Bozuk düzende hüzün kaçınılmaz

Kışın karlı havasında çekilen filmin her bir parçasında ayrı bir soğukluk var. Yönetmen Submarino'da seyirciyi hüznü boğarken, arka planda hissedilen bir mutluluğu da hissettirmeyi ihmal etmiyor. Filmde kullanılan renkler bile soluk. 

Dogma 95 sinema akımının kurucularından Thomas Vinterberg, diğer filmlerinde olduğu gibi bizi Submarino ile yine Danimarka'nın aile yapısı ve sorunları, kişiler arasındaki iletişimsizlik ve duyarsızlık, soğukluk gibi önemli konularla baş başa bırakıyor, bırakmasına da Dogma 95'i hatırlamadan filme geçmeyelim:

Usta yönetmen Lars Von Trier önderliğinde Thomas Vinterberg,Kristian Levring ve Saren Kragh Jacobsen tarafından 1995 yılında başlatılan avangart film akımıdır. Auteur'ı ortadan kaldırmak amacıyla Kopenhag'ta hazırlanan bu manifestoda sinema yönetmenlerinin uyması gereken kuralları, yöntemleri, teknikleri madde madde belirtmiştir. Buna göre çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. Filmler renkli olmalıdır. Film formatı 35 mm olmalıdır. Film çekildiği yerde ve günümüzü anlatmalıdır. Yani güncel konuları işlemelidir. Tür filmi olmamalı. Çekilen filmde silah, top, tank olmamalı yani aksiyon olmamalı. Bu kurallar için edilen bir de iffet yemini var: (http://www.dogme95.dk/the-vow-of-chastity/)

Şimdiye kadar 100'den fazla film Dogma 95 akımına uygun çekildi ki bunlar arasında Dört Sıvı:Kan, Femme ve Türev gibi Türk filmleri de bulunuyor.

İlk paragrafa dönecek olursak, film buruk bir hikaye ile başlıyor. Alkolik bir anne ile iki kardeşin sefil hayatını görüyoruz. Ortalıkta kalan bir de bebek var. Bu trajik sekanstan sonra alkol, uyuşturucu ve kötü talih kardeşlerin yakasını bırakmaz. Ayrı dünyaların insanları olan Nick(Jakob Cedergren) ve Lillebror( Mads Broe Andersen) kardeşler birbirinden habersiz yaşamını sürdürmektedirler. Nick kız arkadaşından ayrılmış, alkolün parasını zar zor temin edebilmektedir. Her ne kadar kardeşini görmek istese de başarılı olamıyor ta ki annelerinin ölüm gününde buluşuncaya kadar. Lillebror'un ise bir çocuğu olmuş eşini ise trafik kazasında kaybetmiştir. Buluştukları gün Nick kardeşine annelerinden büyük bir mirasın kaldığını ve kendisinin bunu istemediğini söyler. Oğluna yemek bile bulamayan kardeş Lillebror ise uyuşturucu bağımlısı olmuş, açlıktan hırsızlık yapan bir karaktere bürünmüştür. Oğluna bakmaktan aciz baba polislere yakalandıktan sonra hapise düşer ve oğlu Martin dışarıda yalnız kalır. Nick çocuğu yanına alır ve kiliseye gider. Burada yönetmen inancı ve vicdanı da sorguluyor. Küçüklükte geçirdikleri travmaları atlamayan kardeşler halen de psikolojik olarak iyileşememişlerdir.  Normal hayatlarına bir türlü tutunamayan kardeşler, her tür zor yaşam şartını görüyorlar.

1- Filmdeki karakterlerin yüzleri asık, gülme sahnesi çok az
2- Thomas Vinderberg'in bu güzel filmi 2010 yılında Berlin Film Festivali'nde adaydı. Ancak Altın Ayı'yı Semih Kaplanoğlu'nun Bal filmine kaptırdı.
3- Filmin bazı sahnelerinde Dardenne Kardeşler'in havası var.
4 - Submarino, Jonas T. Bengtsson'un aynı adlı romanından sinemaya uyarlandı. Senaryosunu da sevilen Danimarkalı yönetmen Tobias Lindholn yazdı. 

5- Drama seferler için izlenmesi gereken bir film: Puanım 9/10



23 Mayıs 2016 Pazartesi

Devenin boynuzları yok, merhameti var

“-Anne, yavru annesinden süt almazsa ölecek mi
 + Hayır, böyle şeyler söyleme oğlum”

Ağlayan Devenin Öyküsü(Die Geschichte vom weinenden Kamel) Moğol yönetmen Byambasuren Davaa 
ve İtalyan kemaraman Luigi Falorni tarafından 2003 yılında Bayern Televizyonu kanalı(Bayerischen Rundfunk-BR) desteğiyle çekildi. İkisi de Münih’te Televizyon ve Film Yüksekokulu’nu beraber okudular.  Prömiyeri Münih Film Festivali’nde yapılan film çok sayıda ödül kazanırken 2005 yılında en iyi belgesel film dalında Oscar’a aday gösterildi.

Filmin Hikayesi

Ağlayan Devenin Öyküsü, Moğolistan’ın güneyinde, Gobi Çölü’nde çalı çırpı toplayan yaşlı bir adamın kameraya bakmasıyla başlıyor. Devenin boynuzlarını kaybetmesini şöyle anlatıyor, “Peki çocuklarım, şimdi size devenin efsanesini anlatacağım. Uzun yıllar önce Tanrı, erdemli yüreğinin ödülü olarak boynuzları deveye vermişti. Ama bir gün dolandırıcı bir geyik deveden boynuzları ödünç istedi. Batıdaki kutlamaya katılmak için onlarla süslenmek istiyordu. Deve, geyiğe güvenip ona boynuzlarını verdi. Fakat geyik onları bir daha geri getirmedi. O zamandan beri develer hep ufka bakar. Ve hala geyiğin dönüşünü bekler.” dedikten sonra kameralar birden yaşlı adamın gökyüzüne bakan devesine çevrilir. Bu sade ve duygusal açılış sekansından sonra ıssız çölde hayvancılıkla uğraşan ve çadırlarda yaşayan Moğol kabileleri ekrana geliyor. Filmin başrol oyuncuları Nomaden ailesinden oluşuyor.

Eski çağlarda olduğu gibi fakir Moğol insanları; kadınlar yemek, çocuk, çadır işleri erkekler ise geçim, çobanlık, zor işler yapıyor. Ataerkil toplumlardaki gibi karar verme, aileyi yönlendirme yetkisi ailenin en büyüğüne aittir. Evin küçükleri ve hanımları onun dediğini yapar, ona itaat ederler. Kurulan büyük çadırlarda ihtiyaçlar için bıçaklar, taşlarla keskinleştiriliyor, devlerin yününden ipler, elbise, yastık yorgan yapılıyor. Develerin sütü, derisi, yünü ve etinden tüm Oba sakinleri faydalanıyor. Ulaşım da deve ile sağlanıyor. Develer doğum yaptığı zaman da ayağa kalkamayan yavrularına yardımcı oluyor. Böyle sahneler sayesinde seyirci hem belgesel izlemiş hem de derin düşüncelere dalabiliyor. Arka fonda müzik olmadan, diyaloglar filmden bağımsızmış gibi sıradan aile içi konuşmalarına benziyor. 

Doğumunu zor gerçekleştiren bir deve, yavrunun sağlığı, devenin yavrusunun yanından ayrılmaması ana konuşmaları olabiliyor. Ki filmin ana teması da kahverengi bir devenin dünyaya beyaz bir yavruyu (Köşek) getirmesiyle netleşiyor.  Doğumundan itibaren sevimli yavrusundan hoşlanmayan dişi deve(maya) onu her gördüğünde kaçar, sütünü esirger, yanında olmasına tahammül etmez. Oba sakinleri Anne’yi tutup, zorla yavrunun emmesini sağlarlar. Filmin sonlarına doğru çadırın dedesi Moğolların hemen her evinde bulunan meşhurAt kafalı kemanı eline alır ve başlar şarkı söylemeye. Son derece hoş olan kemanın bu sesine sadece dede etrafında toplanan insanlar değil Deve ve yavrusu da duygulanır. Ve o sesi bırakmazlar.  Ve aslında Ağlayan Devenin Öyküsü’nün kırılma anı burası. Akşam üstü kemandan çıkan sesten Anne deve o kadar etkileniyor ki gözyaşlarına hakim olamıyor. İyice sakinleştikten sonra köşeğinin süt emmesine müsaade ediyor, etrafında kalmasına tepki gösteriyor okşuyor, öpüyor sevimli yavrusunu. Moğolistan’da akşama doğru çobanlar oturdukları çadırların yanında At kafalı kemanı çalar, dinleyeni duygulandırır. Bu ses hikaye anlatıyor gibidir aslında. Film Moğolistan’daki insanların şuan ki yaşantısını ve gelecekteki planlarına yeni bir eleştiri de getiriyor.

Akşamları yemekler birlikte yenilir. Çadırın her bir köşesinde mutluluk tablosu hakimdir adeta. Aile ilişkileri de samimi ve bağlılık esastır. Duygular ve mutluluklar ortaktır. Kısaca şehir hayatı, batı değerlerinden çok farklı bir yaşam olduğu için ağlayan bir çocuğa ninesi şeker verip ikisinin yüzünde gülücükler belirebiliyor. Kesilen hayvanların dizlerindeki kıkırdak,çocukların oyun araçları. (Bu küçük kemiklerle ben de köyde oynadığımı hatırlıyorum. Bilyeler yerine bunları toplar, bağdaş kurup kemik parçacıkları sayesinde farklı oyun türlerini oynardık. Kırılması zor, büyüklükleri aynı, ve bunlarla keyifli zaman geçilebilir.) Bisiklet yerine kuzularla vakit geçirilir, marketteki sulandırılmış süt yerine besledikleri hayvanların sütü içilir. Bizdeki ve diğer ülkelerdeki çocuklar onlarca çikolata çeşidine rağmen mutlu olamıyor. Bir şekerin, bir balonun önemini fark edebilmek için belki de zorluklar içinde yaşamak gerek. Günümüzdeki çocuklar el bebek gül bebek büyüdükleri için hayal dünyaları ve düşünceleri çok farklı. İşte çocukluğumuzda oynadığımız çelik-çomak, saklambaç, 7 taş, gibi oyunlar yüzünden evin yolunu unuturken şimdikiler telefonlar, Ipadlar yüzünden dışarının yolunu unutuyor. Yasaklar olmamasına rağmen sokağa çıkamıyor.

Sabahları güneşin ilk ışıkları belirdikten sonra uyanılır, hazırlıklar yapılır ve işe koyulur.  Yaşlı adam ilerleyen dakikalarda yine deve hakkında torunlarına masal anlatıyor, “Tanrı burçlar kuşağını yarattığında deve burçlardan biri olmak istemişti. Ne yazık ki Tanrı onun arzusunu yerine getirmedi. Onun yerine ona burçlar kuşağındaki on iki hayvanın bazı özelliklerini verdi…” çocuk araya girip, “Dede bunu biliyoruz zaten, bize yeni bir şey anlat” demesiyle masal yarıda kalıyor. Çadırlarında pilleri bitmiş bir dışında bir vakit geçirme ve eğlenme cihazı yoktur. Piller bittiği için dede torunlarına kasabadan pil almalarını söyler. iki torunu deveye binip kasabaya giderler, Küçük çocuk kasabada dondurma, televizyon görür ve çok beğenir oynayan çizgi filmleri. Çadırlarına döndüklerinde küçük torun dedesine anlatır ve televizyon almasını rica ederi. Gördüğü televizyona kavuşmak isteyen çocuk filmin sonlarına doğru muradına eriyor.

Film belgesel havasında çekilmiş. Genç yönetmen sanki kamerasıyla fotoğraf albümü oluşturuyor gibi bol bol manzara resmi gösteriyor. Die Geschichte vom weinenden Kamel filmi ağır ilerleyen bir film bu yüzden seyircinin sabırlı olması gerekiyor. Bu yavaşlık seyirciyi sıkmayıp filme doğallık katıyor.


Devenin bilmediğimiz bazı ilginç özellikleri:

Devenin hörgücü erzakların bulunduğu depo gibidir. Deve buradaki rızıkla günlerce yaşamını sürdürebilir. Hatta sıcak çöllerde üç hafta su içmeyebilir. Ayaklarının geniş olması kuma batmamak için çok iyi bir özelliktir. Kuma batmadan koşabilir. Göz kapaklarında bulunan kirpikler ağ gibidir sanki. Gözü fırtınalardan, kumdan, çölün tozundan korur. Burnu öyle bir şekilde yaratılmış ki en rahat şekilde nefes almasını sağlıyor. Üst dudağı yarık olması sert çöl bitkilerini yemesini sağlıyor. Kalın kürkü sayesinde yazın 50 dereceyi bulan sıcaklığa kışın ise -50 derece soğuya dayanabiliyor. Kısaca en güzel şekilde yaratmış yaradan.. Mesela ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 kilometre bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerin bir önemi de kalmazdı. Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı, dudakları yarık olmasa beslenemezdi. Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verimiştir. 




21 Mayıs 2016 Cumartesi

İsviçre 57 Km tünel yapıyor ama Türkiye'yi kıskanıyor(!)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Batı Marmaray'ı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nü kıskanıyor" dedikten
sonra bir anda Avrupa'da Amerika'da yapılan, yapılmakta olan benzer projeleri düşündüm. Almanya'da 100 kilometrelik bisikleti otabanı, 1994 yılında açılışı yapılan Fransa-İngiltere arasındaki 50 KM'lik Manş Tüneli derken gözüm İsviçre'de bitim aşamasına gelen Gotthard-Basis Tüneli'ne takıldı. Dünyanın en uzun tüneli, yaklaşık 57 Kilometre. Başımızı kumdan kaldırmayıp bunları göremediğimiz için İsviçre'deki bu çalışmayı da göremiyoruz maalesef. Mesela İsviçrelilerin kendileri bile çoğu Ulaştırma Bakanı Moritz Leuenberger'i tanımıyor, eminim ki büyük bir kısmı başbakanın kim olduğundan haberi yoktur. Çünkü onlar kendi işine bakıyorlar.




Dünyanın En uzun tüneli: Gotthard- Basistunnel 


İsviçre'de dünyanın en uzun tünelinin bitimine sayılı günler kaldı.  2015 Mayıs ayının sonlarında hizmete açılacak tünelin uzunluğu yaklaşık 57 kilometre. Böylece İsviçre, Japonya'nın 3 kilometrelik Seiken tünelin rekorunu da kırmış oldu. Gotthard-Basistunnel'i ayrıca dünyanın en derin tüneli ünvanına da sahip. 2300 metre yerin altından geçecek tünel gidiş-dönüş şeklinde çift yönlü olacak.  Dev projede çalıştırılacak iki lokomotifin deniz seviyesine göre yüksekliği yaklaşık 550-600 metre. Alp Dağları'nın altından yapılan tünel yerleştirilen iki tüp ile bu imkan sağlanacak. Tek parçadan oluşan tüplerin birbirine mesafesi 350 metre.  Dünyanın en uzun ve en derin tünelinin maliyeti ise 12 milyar isviçre frangı yani yaklaşık 36 milyar TL

Erstfeld ile Bodio arasında bulunan Gotthard - Basistunnel'in yapılma amacı ise yolcu taşımacılığını daha rahat bir noktaya getirmek. Günde bu tünelden 65 yolcu treni ve 260 yük treni geçebilecek.Ülkenin Kuzey-Güney yönünde hareket edecek yük trenleri sayesinde trafikte de ciddi bir rahatlama olacak. Taşıma yani nakliye edilecek malların oranı da iki katına çıkacak. Yük trenleri sayesinde yıllık 40 milyon ton nakliyat bekleniliyor. Yolcu trenin saatteki hızı 200-250 km iken yük trenlerinin saatteki hızı da 100 kilometreyi bulacak. Böylece Zürih ile Milano arasındaki yolculuk süresi yaklaşık bir saat azalacak. Gotthard ile yapılan yolculuk yaklaşık 20 dakika sürerken Zürih - Lugano arasındaki ulaşım 25 dakikaya iniyor.  2020'den itibaren açılacak Ceneri-Tunnel ile ulaşımda 45 dakikalık bir azalma daha sağlanacak.

İleride herhangi bir sorunla karşılaşmamak için 5000 test sürüşü yapılıyor. Trenin hızı, dakikliği, gerekli düzenlemeler hassasiyetle yapılıyor. Testlerin devam ettiği bu demir ağ aynı zamanda Almanya ve İsviçre'nin demir yolunu genişletiyor. Transit işi de yer altına kayacağı için ulaşımdaki tır sayısı da azalacak.

17 yıl önce planlanan tünelin bu kadar geç bitirilmesinin sebebi ise vatandaşların Alp Dağları'nın kayma endişesi, olası çöküntüler ve proje üzerinde yapılan düzenlemeler.




19 Mayıs 2016 Perşembe

The Hidden Fortress: Aç gözlülüğün sonu

Japon sinemasının efsane yönetmenlerinden Akira Kurosawa, The Hidden Fortress(Kakushi-toride no san-akunin) ile diğer dev filmlerinde olduğu gibi mükemmel bir esere imza atmış. Bu epik film dünyada en çok izlenilen hasılat elden eden seriler arasında yer alan Star Wars serisinin ilham kaynağı olmuş. İki filmin türleri ve dilleri farklı olmalarına rağmen bir çok ortak noktası var. Hatta bu filmdeki iki gevşek adamı George Lucas 1977 yapımlı Star Wars filmine uyarladı, ya da onlardan etkilendi(Karakterlerinin bazı yönlerini değiştirdi.)

Filmin hikayesi

Filmimiz(Saklı Kale) 16. yüzyılın feodal Japonyası'nda geçiyor. Ortaçağ'daki iç savaşları konu edinen film aksiyon, macera olsa da tam bir yol fimi. Sürükleyici yolculuk iki saf köylü olan Tahei ve Matahishi, Prenses Yuki ve onun generali Makabe arasında geçiyor. Prenses Yuki Klanı(köyü, boy)büyük bir yenilgi almış kendisi ve Makabe düşmanlarının yanı başında olduğu bir kalede sığınıyor. Tek kurtuluşları düşman hattını gizlice geçip ellerindeki altınları yeniden Klanı güçlendirmek. Bunun için ellerindeki 200 altının taşınması için tanıştıkları 2 saf ve komik köylünün yardımını isterler.

Tahei ve Matahishi salak ile avanak oldukları kadar açgözlüdürler. Kurosawa bu iki karakter ile  insanoğlunun maddiyat düşkünlüğünü başarılı anlatmış. İşin ucunda maddiyat olunca ne saflık, ne arkadaşlık, ne dini değerler, ve diğer yargılar kalıyor. Hep fazlasını isteme, fazlasına sahip olma, paylaşmama duyguları o kadar hakim ki insan çok ders çıkartıyor. Filmin açılış sahnesinde başına ödül konmuş prensesi bulmak için dağın yamacında yanlışlıkla bir odun bulurlar. Odunun içinde altın çıkar, çevredeki bütün dal parçalarını parçalarını kontrol ederler ve bir altın daha bulurlar, Elemanlardan biri ikisi de benim der çünkü birinci altını ben buldum, sana vermeyeceğim der. Sonra General bunları görür 200 altının olduğunu söyler saf köylüler de inanır ve kalenin dibini kazarlar ki orada prensesle de tanışırlar. Daha sonra general bu köylülere altınların gerçek yerini söyler ve yolculuk başlar. Düşmanlara yakalanmamak için daha doğrusu general ile prenses Yuki'nin karşı karşıya gelmemesi için susması gerektiği söylenir. Prenses de kabul ederi. Çünkü prensesin vereceği emirler yanlış olursa yakalanabilirler, o yüzden yolculuk rehberi Makabe olur. Kayawaha sınırında düşmanları görürler, General saf köylüleri altınla bir yerde bırakır ve beklemelerini söyler. Prenses de konuşmadığı için altınları alıp kaçmak istiyorlar. Oysa ortaklaşa bu yolculuğa çıkmışlardı. Altınlar bölüşecekti. Yakalanmalarına ramak kala, General onları kurtarır ve iki tokat atar. Yamaha diye bir köye gelirler ki o köyde resimleri asılıdır arananlar listesindedir. Prensesi bulup getirene başına 20 altın konmuştur. Generalin kıvrak zekası sayesinde düşman askerleri arasından geçerler. Köyde dinlenmek için bir mekanda kalırlar.General tam anlamıyla savaşçılığıyla ün salmış, prenses Yuki'yi korumak ve onu hedefine ulaştırmak canını ortaya koymuş bir şekilde mücadele ediyor. Rakibini  yendikten sonra öldürmeyecek ve zor durumda bırakmayacak kadar merhamet sahibi aynı zamanda.

Orada Prenses kendi klanından olan bir kadının köle olarak çalıştırıldığını görür ve vicdanı sızlar.Burada yine usta yönetmen güzel bir noktaya değinmiş. Yuki burada halkının geleceği için çırpınan birisi olarak karşımızda. Bu uğurda canını feda edecek kadar mert ve asil biri. Generale alması gerektiğini söyler. General ısrar etse de Prensesin dediği olur ki bu konuşmayı da gizlice yapıyorlar. Her şeyde vardır bir hayır diyoruz ya işte o söz bu sahne için de geçerli. düşman askeri bu ekibi arıyorlar ve bunların yanına bir kadın eklendiği için aradıklarının bunlar olduğunun farkına varmıyorlar.

Yolculuk sırasında bir dağda bir festivale denk gelirler, ve düşmanların fark etmediği prenses ile general de bu festivale katılmak zorunda kalır. Yakılan ateş etrafında oynanıp şarkılar söylerler, bir asker saf köylülere taşıdıkları odunları ateşe vermelerini söyler, her ne kadar direnseler de içlerinde altın olan odunlar ateşe atılır. Sabah saatlerinde ateşin etrafına gelirler, altınları tek tek toplarlar, aşağılardan sesler geldiği için general kalan altınları bulmaya gerek yok der. Bir müddet yürüdükten sonra saf köylüler kalan altınları bulup almaya gider. Aç gözlülüğün bu kadarı hem insana pes dedirtiyor hem de bu kötü huy çoğu kişi de var, diyor. Mal candan daha mı önemli sorusu varken saf köylüler askerler yakalanıyor. İki askeri de esir alıyor general ve düşman ile çıkan çatışmada ikisi de ölüyor.  Daha sonra yolculuk ekibi düşmanın tuzağına düşüyor. General Makabe'nin teke tek dövüştüğü bir kişi onları kurtarmadan önce prenses bir ağıt yakıyor. Ve hayatının en güzel anlarını yaşadığını söylüyor. Sarayda, kalede hapsedilmeye benzeten Prenses Yuki, halkın arasında böyle bir macera yaşadğı için generale teşekkür ediyor. General Makabe'ye mızraklı dövüşte yenilen komutan kendi deyişiyle hainlik ederek prensesi ve generali altınlarla beraber kurtarıyor.

Saf köylüler şans eseri yakayı ele vermediler, bir ovada yürürken yüklü 5 at görüyorlar. heybeleri altın dolu, bunu fark ettiklerinde devreye yine aç gözlülük giriyor. Saflardan biri ötekine, "Atları ilk ben buldum, bütün altınlar benim" diyor, Öbürü de "hani ortaklaşaydı her şey" cevabını versene işe yaramıyor kavga başlıyor. Bir müddet sonra prensesin askerleri geliyor atları alıyorlar bu iki saf da prensesin huzuruna çıkıyor ki yolculuk ettikleri general de orda ama ikisini de tanımıyorlar.  Bunlar diz çökmüş merhamet beklerken başlarını kaldırdıklarında anlıyorlar ve şaşırıyorlar. Prenses bunlar bir bozuk para veriyor. Cimriliğin sonu ile filmin sonu diyebiliriz bu sahneye. 
Atların

Daha sonra General 200 altının kimsenin çıkarı için kullanmayacağını prensesin klanı için, toparlanması için halka verileceğini söylüyor. Saf ve aç gözlü köylüler geldikleri gibi gittiler :)


Notlar

1- Kurosawa'nın bu filmi diğer filmleri gibi ses getirmemiş Bunun sebebi de batı taklitçiliği bir yapıma benzetilmesi gösterilmiş.

2- Film oyunculardan general Makabe'yi canlandıran Toshiro Mifune, Kurosawa'nın Yojimbo, Seven Samurei, Tsubaki Sanjuro ve Rashomon gibi filmlerinde de oynuyor. Mükemmel bir başrol oyuncusu. Seyircinin keyifle filmi takip etmesini sağlıyor.



Filmin analizi hakkında bir kaç anekdot

The Hidden Fortress filmini izlerken hiç kimse bunun Cinemascope formatında Akira'nın ilk çeken kişinin olduğunu tahmin edemezdi. Gizli Kale mükemmelliyetçi bir film. Akira bir ropörtajında, takipçisi ve ustası olan Kenji Mizoguchi'yi memnun etmek için daima orijinal fikirlerle gittiğini,otantik sahne talep ettiğini söylemişti. Kurosawa her zaman filmlerinin "ne kadar çerçeveli olduğunun farkındaydı. Yönetmen diğer yönetmenlerin bu formatta düzinelerce filmden sonra elde ettiği "çerçevenin aynı kontrolünü ve farkındalığını elinde bulunduruyordu. Onun karışık sahneleme ve kamera hareketleri tam bir doğrulukta hassasiyette uygulandı. Yeni format farklı bir şey ıspatlamayacaktı.

Filmin bu yeni formatı Kurosawa'nın sadece eski tekniklerinin yeniden düzenlenmiş şeklidir. O hala uzun merceklerden faydalanıyor. Ve uzun filmler çekiyor. Ancak geniş oranlı ekrandan dolayı hareketlerden serbestçe faydalanır. Örnek vermek gerekirse filmin başlarında kameradan uzakta yürüyen Tahei ve Matakishki ekranın solundan sağına doğru serbestçe hareket ediyorlar. Oysa eski formatında onların bu olanağı daha azdı.  Her filmin önemli bir yönü hızıdır. Yavaş film izleyiciyi sıkar, hızlı filmin ise anlaşılması zordur. Hızı belirlemenin anahtarı kurgudur. Kurosawa tüm filmlerinin kurgusunu kendisi yapmıştır.  Eğer yönetmenlikteki/kameradaki ustalığı film yapımındaki başka bir alanda gölgelendiyse o da kurgudaki ustalığıdır.

  Gizli Kale Kurosawa'nın en eğlenceli filmleri arasında yer alıyor. Yayınlandığı zaman her ne kadar macera, aksiyon tarzı bir film olsa da günümüzde olduğu gibi de bir eğlence filmiydi. Genel olarak eğlence havasında geçen filmde ince temalarda bulunuyor. Kurosawa'nın bu yönü, eğlence ve sanatı bir arada mükemmel bir uyum oluşturuyor



30 Nisan 2016 Cumartesi

Tyrannosaur: Dünya denildiği gibi toz pembe değil

Filmin en güzel repliklerinden biri, "Ama kimse yapmaz. Hepsi düşünür ama ben yaparım. Seninle ve tüm dünyayla aramızdaki fark bu işte."

Filmdeki başrol oyunculaırndan biri hayata iyilikle, umutla bakarken diğeri hayatı şiddetle, adaletsizlikle kötülük için karanlık görüyor. Bana göre ikisi de haklı çünkü sevginin de şiddetin de bir sebebi vardır/olmalıdır. Bu sevgi ve şiddet hep insanın içinde kalamaz şöyle ya da böyle mutlaka dışarıya yansır, mutlaka başkalarına yönelir. Film kısacık hayata karşı iyi düşünenlerin de kötülüklerle dolu olduğunu düşünenlerin de mutlu olmadığını konu ediniyor.

2011 yapımlı İngiltere Tiranozor(Tyrannosaur) filmi, perişan ve isyankar bir rolü oynayan ünlü İskoç oyuncu Peter Mullan'ın(Joseph) bir bardan küfürler eşliğinde çıkmasıyla başlıyor. Joseph bunun nedenini 27 dakika sonra bahisçinin sinirlerini bozduğunu itiraf edecek. Sinirinden çıldırmış olmalı ki en sevdiği köpeğinin boynuna tekmeyi basıyor ve öldürüyor. (Bu açılış sekansı köpek severler ve film eleştirmenleri tarafından tepkiyle karşılandı) Travma yaşayan, halüsinasyonlar gören yaşlı kurt Joseph bir giyim dükkanına saklanır ve ilginç bir şekilde dükkan sahibi dindar ve mutsuz Hannah(Olivia Colman) ile tanışır. Hannah yaşlı adamın neden saklandığını ne yapmaya çalıştığını bilmez ve ona dua etmek ister. Joseph duaları dinler ve ardından sevginin iyiliğin bu dünyada işe yaramadığını adaletsizliğin olduğunu kabaca söyler. Burada genç yönetmen Paddy Considine aslında bazı tabuları yıkmayı da deniyor. Hayatından o kadar bezmiş Joseph bu yaşına kadar iyilik meleklerini çok gördüğünü, ruhlarını kurtarmaya çalıştıklarını yaşamın kötü yanlarını gör(e)mediklerini söylüyor. Hannah'ın dükkanında çay içtikten sonra eve doğru giden Joseph, çocuk komşusunu görüyor ve köpeğine araba çarptığını söylüyor ki filmde 3-4 tane yalan söz konusu. (Hannah eşinden dayak yemiş yüzü morarmış otobüsten düştüm diyor Joseph'in daha önce dövdüğü kişiler ondan intikam alıyor bisikletten düştüm diyor gibi)


Mutsuz Hannah zengin birisiyle evli olmasına rağmen kocasından şiddete maruz kalıyor ki bildiğimiz şiddet türlerinden değil. En adi, en pis işkenceler görüyor eşinden. Cinsel sorunları olan kocası evde sapkınlıklar yapıyor kıskançlık yüzünden Hannah'ı öldürülesiye dövüyor. Seyirci filmi izlerken bu yaratığın ölmesini bekliyor adeta. İlerleyen dakikada öldürülme Hannah'ın elinden oluyor.Gerekçesini samimi olduğu ve evinde kalmak zorunda kaldığı Joseph'e söylediğinde insanın tüyleri diken diken oluyor. Joseph, Hannah ile tanışmadan önce kilolu bir kadınla evli olduğunu eşinin saf ve temiz olduğunu bu yüzden de ona karşı tavır takındığını belirtiyor. Çünkü anarşist bir ortamın olduğunu yer yüzünde her şeyin toz pembe olmadığını bir kez daha vurguluyor. Hatta Eşinin kanser yüzünden iki bacağını kaybettiğini ifade ediyor. Sakatlanmadan önce evin içinde kilolu haliyle yürürken evin içinde çay bardağının bile sarsıldığını Hannah'a anlatıyor. Ve onu yürüyen dinozorlara benzetiyor ki filmin ismi de buradan geliyor. Joseph, Jurassic Park örneğini verip Dinozorlar insanları vahşice  öldürdüğünü yürürlerken sallantıların oluştuğunu sözlerine ekliyor.  Daha sonra tuhaf bir şekilde karşılaşan ikili arasında bir yakınlaşma başlıyor. 

Şiddet, isyan başkaldırı temalı Joseph ve Hannah'ın domine ettiği Tyrannosaur'u  dört bölüme ayırabiliriz. Joseph'in hayatı, Hannah'ın hayatı, Komşusu Samuel ve Samuel'in annesinin hayatı ile ölmek üzere olan ve hayatında bir çok kötülük yaptığını söyleyen dostunun hayatı. 

Komşu çocuk Samuel daha hayatın başındayken Joseph gibi Hannah gibi veya evin içerisindeki annesi gibi şiddetle tanışıyor. Anne babası ayrı yaşayan Samuel annesinin arkadaşının köpeğinin saldırısına uğruyor ve yüzünün bir tarafı kopuyor. Annesinin erkek arkadaşı zalim ve Joseph'e köpeği üzerinden tehditler gönderiyor. Köpeğin başka bir saldırısı da Samuel'in oyuncak tavşanına oluyor. Oyuncak paramparça olurken Samuel'in kızması oyuncağın babasından kendisine tek hediye kalması.ki bu da bardağı taşıran son damla oluyor. Joseph de bu yaşanılan üzücü olayı penceresinden görüyor. Samuel ve Joseph'in nefret ettiği bu adama ve köpeğine karşı sinirler iyice geriliyor ve şiddet yine devreye giriyor. Joseph beyzbol sopasını eline alarak hayatındaki ikinci köpeği öldürüyor.
Yine bu bölümde de kadına çocuğa şiddet söz konusu. Hem Samuel'in hem de annesinin maruz kaldıkları şiddeti yönetmen harika işlemiş. 

Dördüncü bölümde de Allah'a inanmayan Joseph'in  kalbinin tam manasıyla mühürlenmediğini görüyoruz. Ölüm döşeğindeki arkadaşını ziyaret gittiğinde şunları duyuyor kendisindne, "Ben cehenneme gidiyorum bu dünyada çok kötülük yaptım." Bunun üzerine arkadaşını teselli etse de başarılı olamayan Joseph derin düşüncelere dalıp kendisine dua eden Hannah'tan rica ediyor ve arkadaşına dua etmesini istiyor ve bu esnada duygulanıyor. Kadım dostunun kızı ile Joseph'in aralarının bozuk olduğu da anlaşılıyor. Klasik bir ingiliz davranışından ziyade kızın yaşantısında şiddete maruz kaldığı ve sisteme karşı olduğunun altını çiziyor yönetmen.  Arkadaşı öldükten sonra Joseph mezarlığa yaklaşmıyor. uzaktan izliyor dostunun son uğurlayışını. 

Joseph köpeği öldürdükten hapise düşen Hannah'a yazdığı mektupta adeta yaşam felsefesini izleyici ile paylaşıyor, "Sevgili Hannah, Bunu yazabilmem biraz uzun sürdü. Mektup yazmayı pek beceremem ama seninle bağlantılı kurup nasıl olduğunu öğrenmek istedim. Son 12 yıldır hayatım cehenneme döndü bir kaç sebepten dolayı çok mutsuzum. Gazetede okudun mu bilmiyourm ama O köpek küçük dostum Samuel'e saldırdı. Annesinin beraber olduğu o pislik herif köpeğe o kadar pis eziyet etmiş ki o da karşısına çıkan ilk şeye saldırmış. Yani küçük dostumun yüzüne. Lanet hayvan neredeyse tüm yüzünü parçalamış. Böyle olacağını biliyordum. Bir hayvana bu kadar eziyet edersen sonunda bir yerde patlayıp karşı koymaya başlar. biliyorsun bu doğal bir şey. O çocuktan kendimi sorumlu tutuyorum. Daha önce müdahale etmeliydim. Ama hayatımda yeni bir sayfa açmaya çalışıyordum. Olaylar beni biraz aptallaştırdı. Aklım başımdan gitti. Bu öldürdüğüm ikinci köpekti. Bununla gurur duymuyorum çünkü köpekleri seviyorum. Ama doğru düşünüyor olmasam da bunu yapmam gerekiyordu. Biraz yabanileştim galiba. Dostum Tommy öyle söyledi. 

Bunun bir şekilde adaleti sağladığını düşündüm. Bu yüzden biraz ceza verdiler. 'İyi yapmışsın, aferin ben de aynısını yapardım' yazan bir sürü mektup aldım. Ama kimse yapmaz. Hepsi düşünür ama ben yaparım. Seninle ve tüm dünyayla aramızdaki fark bu işte. Hapisten çıktığımda yeni bir başlangıç yapacağımı düşündüm. Eskisi kadar içmiyorum. Bu kadarının yettiğine karar verdim. Her hafta Pauline'nin(eşi) mezarına çiçek götürüyorum. Geçen gün senin için dua ettim. Bu benim yaptığım bir şey değildi ama kendi kendime konuşurken dua ettiğimi fark ettim..."


  • Tyrannosaur, dünyadaki bir ülkenin her sene düzenlediği film festivallerinde gösterildi. ingiliz yönetmen Paddy Considine'nin ikinci filmi. 
  • İngiliz Sinema ve Televizyon Sanat Akademisi(BAFTA) ödülünü kazandı









29 Mart 2016 Salı

İsveç'te kasiyerleri işsiz bırakacak icat

İsveç’te personelin çalışamayacağı bir iş yeri açıldı. Yani ödemelerin artık kasadan yapılmasına, kuyrukta beklenilmesine kasiyerlere maaş verilmesine, gerek kalmayacak. Bir mühendis tarafından geliştirilen konsepte göre insanlar almak istediği ürünün barkodu sayesinde ödemeyi yapabilecek. Alışverişin düzgün işlenmesi için müşterilerin kayıt yaptıktan sonra akıllı telefonlarına bir uygulama indirmesi gerekiyor. Geriye sadece aldığı ürünün barkodunu akıllı telefonuna okutması yeterli. Ay sonunda da adresine fatura gelecek. Bu girişimin en büyük faydalarından biri de dükkan 24 saat açık kalacak, vatandaşlar istediği zaman ihtiyaçlarını temin edebilecek.
 
Bu dükkanın kurucusu bu devrim niteliğindeki gelişmeyi ülkenin kırsal alanları için bir model olarak görüyor. Hata İsveç’in bir birlik olduğuna ve kimliğine de katkı sağlayacak gibi görünüyor. Bunların yanı sıra online bankacılık yetkilileri, vergi daireleri ve perakendeciler de bu sistemin kullanılmasını destekliyor. Ayrıca düzgün müşteriler tespit edilebilir. Konu ile ilgili netlik kazanmayan bazı hususlar var, sahtekarlara önlemler yeterli mi, dükkandaki barkotu olmayan ürünler nasıl alınacak, ödemeleri nasıl yapılacak,


Almanya'nın saygın gazetelerinden Die Welt'e göre İş yeri kurucusu Robert İlijosans, güvenlik önlemlerini de düşünmüş. Dükkan kapısı 8 saniyeden fazla bir süre açık kalırsa cep telefonuna bir alarm sesi gelecek.Böyle bir ayar yapmasını da iş yerinin evine yakın olmasına bağlıyor.

Kısaca ülkemiz için hayalini bile kuramadığımız gelişmeye imza attılar. Özgüven, dürüstlük samimiyet sayesinde. Türkiye'de her gün okuduğumuz soygun, hırsızlık gibi onlarca utanılacak haber örneği verilebilir. Fakat biz kötüleri değil de iyiyi başaran İsveçli mühendisi alkışlayalım