24 Kasım 2011 Perşembe

Funny Games

Alman Sineması'nın en başarılı yönetmenlerinden Michael Haneke'nin 1997 yılında çektiği Psiko-korku karışımı bu şahane filmin (Funny Games) belki de en önemli ve en şaşırtıcı yönü izleyecinin nasıl olduğunu, neden olduğunu bilmeden kendini bir maceranın içinde bulmasıdır.
Çünkü filmin başından sonuna kadar bir anlam teşkil etmeyen bazı sebeplerin bir ailenin yok olmasına sebebiyet verecek ve bu süreçte izleyicinin psikolojik durumu allak bullak olacak.

Filmin konusu şu ana kadar ki psikolojik korku ve gerilim tarzındaki filmlerin hiç birine benzememekle beraber kurgu ağının insanları etkilemesi de son derece başarılı bir filmin olmasına vesile olmuş.

Avrupa'da çekirdek bir ailenin(Anne,Baba ve Oğul) göl kenarındaki yazlık evlerine giderken orda tanışacakları komşularının onlara nasıl musallat olduğunu ve nelere mal olacağını konu edinen bu filmde Yumurta almaya gelen bir adamın kurnazca diyalogları ve Georg(Ulrich Mühe ile onun oğlu Georgie'nin(Stefan Clapczynski) Kayıkla balıkla tutmaya gitsini değerlendirip Anna (Susanna Lother) ile ne tür bir oyun olduğu anlaşılmayan bir fırsat geçer ellerine..

Yaptıklarında bir ciddiyet gözükmese de ilerleyen dakikalarda korku dolu sahnelere sebebiyet verecek bu ufak tefek bahaneler daha doğrusu Anna için korkuç bir travma sınavı adeta..

Georg ve oğlu eve döner ve evde neler döndüğünü anlamak istediklerinde iki kafadar komşu onları da tutsak alır evin içinde Anna'nın anlayamadığı oyuna bu sefer bütün aile dahil olur ve 2 piskopat adamın sadistçe tavırlarına maruz kalırlar.. Bir anda Georg sinirlendiğinde Beyzbol darbesi alır ve sabah erken başlayan bu oyun gece sabaha kadar devam eder.. Ki adamların tavırları o kadar rahat ki televizyon izlemeleri, yemek istemeleri, pişirmeleri son derece insanlara tuhaf gelen cinsten...Kendini tutamazlar çevredeki aileleri yok ettikleri gibi bu aileye de son verirler komik ve tuhaf piskopatlar..

Konular ve işleniş açısından aynı olan bu film Haneke’nin duygularımızla oynayışına çok güzel bir şekilde olanak sağlıyor. Yönetmeni az da olsa tanıyanlar, bir iki filmini izlemiş olanlar bilirler ki bu yönetmenin eserlerini izlemek, izlemeye çalışmak zordur. Yorucu ve çarpıcı eserler veren bu yönetmenin ürettiği senaryolar çok ince bir şekilde analiz getirir hayata. O kadar güzel bir eleştirel tavırlar sergiler ki, kimi zaman eleştirinin ötesine geçerek gerçekle inanılmaz derecede bağdaşan bir eleştiri ortaya çıkartır. Diğer filmlerine göre benim için daha az vurucu olan bu kurgunun bahsettiği şeyler sapıklık, psikopatlık ile alakalı bir seçmece. Bizleri gerçeğe ne kadar yakın olaylar gerçekleştiğini sorgulamaya iten bu film yönetmenin diğer eserlerine kıyasla gerçekten de daha az bir gerçekçiliğe sahip. Tabii ki bilemeyeceğimiz ya da yaşantılarımızın elverdiği ölçüde bilgi sahibi olduğumuz bir konu bu, zira başına filmdeki karakterlerin yaşadığı tipte olaylar gelen pek insan tanımıyorum, fakat varolduğunu da biliyorum.